Ana içeriğe atla

Maarif Nostaljisi - Atilla

 
 

 

Talaş gününe her katıldığımda benim yaptığım/yapmaya çalıştığım ilk şey, binanın dışında dolaşmak değil, binanın içine, sınıflara, koridorlara, tuvaletlere, yatakhane bölümüne dalıp oralarda tek başıma vakit geçirmeye gayret etmek oldu. Fakat bu bazan mümkün oldu bazan olmadı. Yatakhane katına bir kere çıkabildim, o da tesadüfen, o sırada o zincirli demir kapılar bir şekilde açık kalmıştı, ben de aradan sızdım; biri kilitleyebilir, içeride de mahsur kalabilirdim aslında ama neyse ki cep telefonu denen birşey var; o, insanın bu tür ihtimalleri aklından silmesine yardımcı oluyor. "Nasıl olsa birilerine varlığımı duyururum" diyorsun.

 

Ben okulun o iç kokusunu uzun uzun koklamayı istemişimdir hep; hani o patada kütede koşuştuğumuz, hocalardan saklandığımız, gece yatakhaneden kaçıp içeri gizlice girerken yakalandığımız, teneffüste Vicky Leandros'un "Après Toi"sını, Terry Jacks'in "Seasons in the Sun"ını, Iva Zanicchi'nin "Ciao Cara Come Stai?"ını, vs. vs.'leri dinlediğimiz koridorları ve sütun arkalarını, kızların bacaklarını gözetlediğimiz merdiven altlarını, gizlice sigara içtiğimiz bok kokulu tuvaletleri, yatmadan ayak yıkadığımız yalakları, ille de o binbir hatıranın birbirine girip durduğu kırk kişilik sınıflarımızı, etüd odalarımızı, yemekhanemizi, fıkraların, "ayıpçı" konuşmaların, karambollerin her zerresine sindiği yatakhanelerimizi, rüzgarın püfür püfür estiği, Saint Joseph'lilere "al! al! al!" diye karşı tezahürat yaptığımız çatı katını dolaşmayı istemişimdir ... 

 

Okul bahçesinin hatıraları bambaşka, orası ise apayrı bir alem, elbette. Son dersten ilk etüde kadar geçen sürede kantin Kemal'den bir iki boktan kaşarlı-sucuklu tost ve yanında Cola'yı göçürttükten sonra koştur Allah koştur ağaçların arasında enerji yakmalar, deniz kıyısındaki bir köşede terkedilmiş çimento karma makinesinin altına üstüne dalıp çıkıp onu James Bond'un bilmemne markalı arabası, Kaptan Nemo'nun denizaltısı diye hayal edip bağırış çağırış senaryolar üretip atlama zıplamalar, etrafta yere düşüp kalmış uzun, eğri büğrü ağaç dallarını hokey sopası olarak kullanıp ağaçlar arasında top sürmeler, kız muhabbetleri, aşklar, yol boyunca elin kankanın omzunda sakin sakin yürüyüp kimi zaman özlediğin birşeyleri anlatmalar, kimi zaman komik birşey konuşup kıkırdaşmalar, aylak aylak bazan öyle sadece sessiz yürümeler, neler neler ... Bunları anımsamak, duyumsamak ..

 

Bazan ne istiyorum biliyor musunuz? Özel bir talaş buluşması düzenleseler de bizler, nasıl yapar ederiz bilmem, bu yaşlarımızın bedenlerine uyacak o dönemin okul kıyafetlerinin benzerlerini, yahut aynılarını aslında, diktirip üstümüze geçirsek, bir tür özel kıyafet balosu gibi, ama bu işin tantanasını yapmadan, sadece adeta tekrar okula gidiyormuşuz gibi, sınıflarımıza girsek, o kıyafetlerimizle sıralarımıza otursak ve bir günlük veya belki sadece bir veya iki saatlik göstermelik, nümunelik ders yapsak, teneffüsüyle, gırgırıyla, öğle yemeğiyle belki. Hayatta olan, gelebilen hocalarımız gelse, kısa da olsa bizimle birlikte olsalar, bize ders verseler gene, sözlüye kaldırsalar mesela! Sonra ... ayrılsak. O kadar.

 

Keşke böyle birşey olabilse diye her gidişimde düşünmüş, bunu hissetmeye çalışmışımdır.

 

 

Atilla Günay

 

atilla1960@yahoo.com

 

 

 

Yorumlar

Ayhan Enginar dedi ki…
Vay be, çimento karma makinesini benden başka da hatırlayan varmış, tebrikler Büyükelçim. Ben de bu nostalji hastalığı bir bende mi var diye huzursuz oluyordum...

Öte yandan, Kantin Kemal'den ben tostların yanına Coca Cola değil de Sayas ayranı alırdım. Kantin deyince aklıma geldi, bir defasında Gündüz Kılıç gelmişti okula, -herhalde gazetesinde yayımladığı- futbol söyleşileri yapmak için. Kantinin önünde bir bank vardı, sütunlu sundurmada, orada oturup uzun uzun sohbet etmiştik Baba Gündüzle. Çocuklara değer veren bir insandı...

Sevgiler,

A.